İş başı ve noel koşuşturmacaları

Geçen hafta itibariyle iş başı yaptım.İki önceki yazıyı hatırlayanlar vardır, fırtına anonsları yapılıyordu ülkenin dört bir yanında. Peki ne oldu diye soranlarınız varsa, o gün iş tatil oldu, fırtına çok güçlüydü ama bizim evde çok fazla hissedilmedi. Daha çok yüksek alanlarda ve kır kesiminde etkili oldu, evlerin çatıları uçtu, küçük tekneler battı. Salı günü işe başladım ben de, uzun süre evde kaldıktan sonra işe gitmek çok iyi geldi. Çalıştığım yer şehre 45 dakika mesafede bir milli park. Bana göre dünyanın en güzel yerlerinden biri, hatta burayla bir gönül bağımın olduğunu söyleyebilirim. Daha önceden de çalıştığım için ben yokken değişen şeyler dışında her şey bıraktığım gibiydi.

DSC00743

Evde uzun süre geçirmek herkese göre değil. Kendimi iş yerinde yenilenmiş hissettim resmen. Bebişi özledim tabi ki ama açıkçası evde daha uzun kalmam beni çok yıpratacaktı, zaten babasının yanında güvenli ellerde. O da beni çok özlemiş olacak ki her işten geldiğimde suratıma tokat atarak ve çenemi ısırarak karşıladı beni.

İlk gün fırtına ile gelen şansım, yakamı işin ilk gününde de bırakmadı. Yemek yerken kanal tedavisi başlanan dişimin bir parçası kırıldı. Zaten bi kısmı kırık idi dişin gerçi, o yüzden çok şaşırtmadı beni, ama dişçi dişe herhangi bişey olursa hemen gel dediği için hemen ertesi güne randevu aldım, işten de anında izin verdiler sağ olsunlar. İzlanda’daki bu rahatlığı seviyorum, insan gibi yaşamana izin veriyorlar, izin alırken kıvrandırmıyorlar, suçlu hissettirmiyorlar, çok hasta olsan da geleceksin işe demiyorlar. Hasta olduğunu anladığın an hemen arayıp izin alabiliyorsun. Rapor diye dolaşmıyorsun kapı kapı hasta halinle. Alışkanlıktan ben işe hasta olsam da gittim bir süre. Bana kızdılar hep bu halinle niye işe geldin diye. Hem diğerlerine bulaşması bir elemanın eksikliğinden çok daha kötü. Neyse o değil de eğer İzlanda’ya bir gün taşınmayı düşünüyorsanız dişlerinize çok iyi bakın şimdiden. Burada dişçilerle devletin bir anlaşması yok, o yüzden hep tam ücret ödüyoruz. Kanal tedavisinin ilk adımı için yaklaşık 500 lira ödedim. Ondan önce de daha tecrübesiz bir dişçi başlatmıştı bunu, ona da bu kadar ödemiştim. O tam yapamayınca bu dişçi yeniden yaptı. Ocağın ortasında da eğer bütün kökler öldüyse kapatacak o dişi sonsuza kadar. O zaman da bi bu kadar ödeyeceğimi tahmin ediyorum. Türkiye’ye gitmeme uzun zaman olduğu için yaptırdım burda, bir daha Türkiye’de yaptıracağım zaten. Burdaki doktorların çoğu tecrübesiz, bir de o sorun var. Neyse daha sonra yeri geldiği zamanlar anlatırım doktor maceralarımı.

DSC00748

İşe giderken hala karanlık oluyor. Parka geldiğimizde hala karanlık, ama güneşin doğacağı istikametten hafif bir kızıllık görülmeye başlanıyor. Saat 10’a doğru güneşin pembeliği kaplıyor gökyüzünü ve güneş kendini yavaşça göstermeye başlıyor. Gündüz çok kısa olduğu için güneşin kendine çizdiği yol da kısa, çok fazla yükseklere çıkmıyor, bir dağın arkasından doğup küçük bir kavisle hemen yan tarafındaki dağın arkasından kayboluyor. Havada olduğu sürece yaşanan renk cümbüşünü anlatamam, sürekli kasadan arkamı dönüp ‘yaaa çok güzel ama!’ dememden sanırım yanımda çalışanlar bıkmıştır. Şehirde güneş genelde apartmanların arkasında kaldığı için direk gözükmüyor, kış depresyonumuza hiç iyi gelmiyor. Her sabah karanlıkta kalkmak nasıl bir duygu diye sorarsanız ilk başta aynı sahura kalkar gibi hissediyorsunuz, sonra da her şey gibi ona da alışılıyor.

Turizm işini seviyorum, dünyanın her yerinden gelen insanlardan öğrenilen bir sürü farklı şeyler oluyor; hepsinin huyu suyu, kültürü farklı; parkta başlarına gelen maceralar farklı. Bir sabah parka doğru giderken, ben sürücü yan koltuğunda uyukluyordum ve birden keskin bir direksiyon hamlesi ve çığlıkla uyandım. Yanımdaki arabayı süren arkadaş ‘Gördün mü adamı? Yolda bir adam mı vardı yoksa hayalet miydi o?’ diyerek paniğe kapılmıştı. Ben malesef bebişin annesini özlemesi doğrultusunda katıldığım 7-8 gece uyanması yüzünden ilk bulduğum fırsatta uykunun beni ele geçirmesine izin vermiştim. Kızcağız şok oldu, ne yapacağını şaşırdı. Anlattığına göre yolda kırmızı montlu bir adam sağ şeridin ortasında çantasının üstüne kıvrılmış uyuyormuş. Burada ‘Blindhæð’ denen tepeye çıkarken karşının hiç görülmediği tepe noktasına gelindiğinde ancak görülebildiği yerler var, o yüzden o da son ana kadar görememiş. Yine adamı ezmedik Allah’tan. Sonra diğer park görevlilerine sorduk onlar görmüş mü diye, onlar durup arabaya almışlar, bu adamcağız Güney Koreli bir turistmiş, Reykjavik’te kendine igloo yapmış, bizim parkta da aynı şekilde buz evini yapıp kalmak istiyormuş. Reykjavik’ten yürüyerek gelmiş oraya, yolda da birisi durup arabasına alır diye yatmış. İşte dediğim gibi, her milletin insanı farklı oluyor, aslında her insan farklı, genellemek de doğru değil. Sonra polise falan haber vermişler, izin vermişler orda kalmasına, ama tabi takip altında. Her sene hava şartlarını ciddiye almayan  turistler arama kurtarma ekiplerine zor anlar yaşatıyor, hayatlarını tehlikeye sokuyor, hatta bazıları ölüyor.

Bütün bu anlattıklarım geçen hafta yaşandı. Bu hafta evdeydim, benim iş bu şekilde, bir hafta çalışıp bir hafta tatil yapıyorum. Bu hafta da hep hediye alışverişi ve noel hazırlık stresiyle geçti. Normalde zevk alırdım bu hazırlıklardan ama bu sene hem iş hem bebek çok aceleye geldi her şey. Çok da yorgunum açıkçası, hala doğumdan sonra vücut toparlamaya çalışıyor kendini. Bacak ağrısı, bel ağrısı, sırt ağrısı, baş ağrısı. Yok yok yani. Yakınmalarım sona erdiğine göre bu yazıyı burda sonlandırabilirim artık. Size de güzel parkımızdan son bir fotoğraf ile veda edeyim.

DSC00751

 

Yorum bırakın